Hürriyet

31 Ocak 2011 Pazartesi

FOLLUKTAN KOVULMUŞ ŞAŞKIN TAVUK

Ne zamandır bekliyordum bu günü . Yarıyıl tatili gelsin ve melekler kısa bir süreliğine anneanneye gitsin. Anne baba evde başaşa kalsın, sürekli birşey isteyen yumurcaklar olmadan tv karşısına uzanıp film seyretsin. Ne yemek yapıcam telaşı olmasın anneye işten gelince, demlensin bir çay, çift kaşarlısından yapılsın bir tost battaniye altında bağdaş kurup yenilsin.

Şimdi bizim ufaklıkta ister, kendi ayıklamaya kalkar, sonra da boğazına takılır diye bin akıl süzgeçinden geçirilmeden çekirdek yensin.

Ev darmadağın bırakılsın, sabahları işe gitmeye 20 dakika kala kalkılsın, kızlar salça olmadan rahat rahat oje sürülsün, gece aklımıza esince çorbacıya gidilsin, kızlar arkamızdan mızıldamadan sinema seansları yapılsın, gece üst örtmeye bin kere kalkmadan kesintisiz uyku uyunsun. İşten eve koştur koştur gelinmesin, sallana sallana vitrinlere baka baka yürünsün.

Kısa bir mola verilsin çocuklu ve telaşlı hayata, bir nefes alınsın diye bekledim de bekledim. Sayılı gün çabuk geldi, kızlar gitti.

Biz edi büdü başbaşa kaldık. Sevgilimle başbaşa kalmak çok keyifli ammaaa.....

Ama ben bir tuhaf oldum arkadaşlar. Folluğundan kovulmuş şaşkın tavuk gibi oturdum koltukta bakıyorum etrafa. Ev bomboş, tv de hiçbirşey yok, en tatlı telaşlarımmış meğer kızlara yemek beğendirme telaşlarım, çekirdek yemeyi de artık sevmez olmuşum,öncesinde kızları ikna etme seansı olmadan  sinemaya gitmenin de keyfi yokmuş meğer, ben zaten otomatik olarak geceleri uyanıyormuşum kimbilir kaç kere.

Kızlar olmadan nefes alınmıyormuş. Öyle mola vermek falan hikaye imiş, herşey tam gaz devam etmeliymiş aslında. Ben alışmışım bu telaşlı hayata. Ben alışmışım geceleri kızlar uyuduktan sonra anneme emanet edip böcükleri 2 saat kaçamak gezmelere, ben alışmışım sinemada elimde sessiz moda alınmış telefon film seyretmeye, ben alışmışım herkesler uyuduktan sonra bitki çayı keyfime, ben alışmışım sabahın köründe kalkıp hazırladığım kahvaltıya ailecek oturmaya, ben alışmışım elim kolum dolu koştur koştur eve gelmeye.

Sayılı gün çabuk bitsin , kızlarım gelsin ...

PADİŞAHIM ÇOK YAŞA!

Pazar günü kısa bir Sultanahmet ve İslam Eserleri Müzesi turu sonunda melekler anneanne ve dedelerinin evine teslim edildiler. Tatilin bir haftasını orada geçirecekler.

Ben işim dolayısı ile yıllarını Sultanahmet ve civarında geçirmiş biri olarak , senelerdir Topkapı Sarayı'na yerli turistin bu denli ilgi gösterdiğini ne duydum ne de gördüm. Sultanahmet'de genelde yabancı turistler çoğunlukta olurdu. Evet sömestr dönemleri öğretmenlerin de gazlaması ile aileler çocuklarını müzelere saraylara getirirdi ama bu kadar yoğun olmazdı hiçbir zaman. Dün Topkapı Sarayı'na bir akın vardı resmen. Akın akın insanlar çocuklu-çocuksuz, genç-yaşlı,kadın-erkek İstanbul oraya akmıştı. Hem de o delici ve keskin ayaza rağmen.

Bunda Muhteşem Yüzyıl dizisinin payının çok büyük olduğunu düşünüyorum. Padişahım çok yaşa :)))
Bu sayede tarihimize olan ilgi artar belki. Demek ki neymiş? Böyle diziler iyi şeylere de vesile oluyormuş. Bu tamamen insanın olayları neresinden anlamak istediği ile ilgili imiş !

30 Ocak 2011 Pazar

YENİ NESİL KARNELER

Ne olacak bu yeni nesil karnelerin hali? Biri bana anlatsın.. "Biz eskiden" diye başlayan cümleler kurmaya başladığıma göre yaşlanıyorum, yaşlandığıma göre de kuşak farkı denilen illet mesele kızımla benim arama girmeye başlıyor sanırım. Genç anne olanlardanım halbuki. İyiki de erken doğurmuşum  yoksa hepten çatışacakmışız.

Naz kızımız karne aldı. Çok da iyi geldi karnesi hepsi 5.  Şimdi e-okul denilen sistem sayesinde karneleri önceden görebildiğimizden mütevellit 1 haftadır biliyorduk zaten aşağı yukarı gelecek karnedeki notları.

 Biz eskiden 1 - Biz o karneyi elimize alana kadar notlarımızdan emin de olsak kalbimiz gümm gümm atardı acaba karne nasıl diye. Son dakikaya kadar öğretmenler de sır gibi saklar notları olaya biraz daha gizem katıp bizim korkulu heyecanımızdan garip bir keyif alırlardı ama bu heyecanı duymak yine de güzeldi.

Notları bir hafta önceden bilmemiz, herkesin karne hediyesi bulma telaşına dönüştü. Anneanne-dede tarafından uzun süredir kızımızın istediği botlar alındı, halamız Disney Live Show'a bilet aldı, annemiz bu kadar pohpohlanmanın yeteceğini düşünerek ilkeli davrandı! ve birşey almadı, kızımız inceden inceden anne ve babaya Monopoly aldırma konusunda mesajlar göndermeye başladı.

Biz eskiden 2- Biz eskiden alırdık karnemizi, öperdik anamızın babamızın elini, otururduk aşağı. Hediye de neymiş? Geç kalkmak, rahat rahat tv izlemek bize en büyük hediye olurdu. Hele b kar yağarsa, hele birde  annem bir leğeni yokuşta kızak yapmamız için feda ederse değmeyin keyfimize.

Cuma günü karne alındı. Babaanne ile öğle yemeğine gidildi, akşam ailecek Naz kızımızın isteği üzerine Çin yemeği yenildi, Monopoly pisikolojik baskısına dayanamayan babamız tarafından Monopoly alındı.
Kısacası Naz kızımızın karnesi şenlikler içinde kutlandı.

Gece nasıl mı bitti? Gece 01.00 sularına Monopoly oyununu babamızın kazanması ile son buldu.Adam sanki hakikaten milyoner olmuş, onca oteli, evi ve şehri gerçekten satın almış bir eda içinde ve keyifli idi. Erkekleri anlamak güç! :)

Naz'ın karnesinin iyi gelmesi bizim de işimize yaradı, meğer oyun istermiş gönüllerimiz de haberimiz yokmuş. Naz istedi , en çok biz eğlendik oynarken. Bir ara kızcağız halimize bakıp güldü bile.

Biz eskiden 3- Karne sonrası dışarıda akşam yemeği mi? Mümkün değil, zaten aklımıza bile gelmezdi. O akşamın şerefine evde tavuk pişerse, sobanın üzerinde kestane olursa, külde patates közlenirse, bir de annem portakallı pelte yapmışsa düğün bayram...Monopoly mi? O da ne??? Kızmabirader, isim-şehir, adam asmaca, sos, dama, kız tavlası oynayacak birini buldum mu yapışırdım yakasına. Hiç bulamadığım da olmadı itiraf etmeliyim ki..

En anlamlı hediye de kayınvalidemden geldi sonrasında. Kime mi? Bana.. Bu dönem üstün başarımdan dolayı beni tebrik etti. Sen de tebriği hakettin , çok çalıştın bu kızla beraber derslere dedi. Çocukların tek başına yapması mümkün olmayan hatta yardımla bile yaparken zorlandıkları proje ve performans ödevlerinin başında Naz kızımızla birlikte ter dökerken gördüğü için beni sürekli ve bu çaba çalışan bir anne olmamdan dolayı genelde akşam saatlerinde cereyan ettiği için beni böyle bir ödüle layık görmüş olsa gerek. Kayınvalidemin bu manidar hediyesi buradan Milli Eğitime bir işaret olsun. Anlarlarsa tabi!

Onbeşgün tatil şimdi, kızıma da bana da!

29 Ocak 2011 Cumartesi

KÖKLER

Sağlam bir rüzgar var dışarıda.. Fırtına ile kuvvetli rüzgar arası birşey. Karşımızdaki ağaç bir o yana, bir bu yana yatıp duruyor.Rüzgarın ahengi ya da rüzgarın şiddeti ile...

Şimdi devrilecek bu ağaç diyoruz devrilmiyor. Şimdi kökünden sökülüp fırlayacak diyoruz birşey olmuyor. Hem de yıllardır. Yıllardır aynı ağaç, farklı mevsimlerin farklı şiddetli rüzgarlarına, yazın kavurucu sıcağına, kışın dondurucu soğuğuna, sonbahar ve ilkbaharın bitmek bilmez yağmurlarına dayandı da bana mısın demedi. Ne kökü çürüdü yağmurun şiddetinden, ne de devrildi rüzgarın hiddetinden. Yapraklarını sarartmadı güneşin kavurucu sıcağında. Neden?

Köklerinin sağlamlığından, toprağına olan inancından mı acaba? Sıkı sıkıya bağlı mı toprağına?

 Bu ağaçtan bir ders alabilir miyiz? Bizler de köklerimizle toprağımıza sıkı sıkıya bağlanırsak devrilmez, yıkılmaz, çürümez ve kurumaz mıyız? Bir ağaç gibi olabilir miyiz?

Salabilir miyiz köklerimizi kendi toprağımıza, utanmadan, özenmeden, bölünmeden. Önce kendi toprağımızla bütün olabilir miyiz başka toprakları özlemeden? Kendi toprağımızın vitaminlerini çekebilir miyiz hücrelerimize diğer toprakların vitaminlerine gıpta etmeden? Önce kendimizi öğrenebilirmiyiz, diğerlerine sürgün vermeden?

28 Ocak 2011 Cuma

PLANSIZLIK PLANI

Bugün Cuma...

Planım yok, akşama yemek yok, yapma isteğim yok...

Yarın nereye gitsem, çocukları nereye götürsem hiç düşünmedim, düşüneceğim de yok...

Üstüne üstlük öğleden sonra arkadaşım ve çocuğu gelecek, onlar içinde özel bir şey yapasım yok...

Pazar günü içinde herhangi bir gidilecek yerler listem, okunacaklar, izlenecekler tercihlerim falan yok.

Size de olur mu zaman zaman?

Hangi saatte ne yapacağını bilmek bana keyif verirken birzamanlar, bu aralar bilmemek keyif veriyor.

Depresyonda falan değilim ama hür bıraktım beynimi. O isterse düşünür istemesse düşünmez .


Bana da plansızlığın keyfini sürmek kalır.
 
Kah çıkarım gökyüzüne seyrederim alemi, kah inerim gökyüzüne seyreder alem beni misali , ne gökyüzünden ne alemden vazgeçmeden akışa bıraktım kendimi.
 
Haftaya böyle olur muyum bilmem ama sevdim bu plansızlık işini. Kafam rahat, biryerlere birşeylere yetişme telaşım yok, çünkü ortada yetişilecek birşey yok:)
 
İyi hafta sonları olsun hepinize .....

27 Ocak 2011 Perşembe

KORKUNU BANA ÖĞRETME!

Dişim ağrıyor.. Ağrımak ne kelime sızım sızım sızlıyor. 30 yaşı 3 geçe , ilk defa tanışıyorum diş ağrısı ile. Kime dişim ağrıyor desem offff! Çok fenadır ! diyor. Hakikaketen de çok fena ağrıyor...

Peki bu güne kadar, dişçiye kontrol harici gitmeyen ben ( sadece bir kez diş çektirdim o da 1 sene önce idi ve kötü bir tecrübe değildi) ne diye dişiye gitmekten korkuyorum?

Hayatımızdaki bazı korkular kesinlilke öğrenilmiş ve kulaktan duyma korkular.

"Dişçi mi Amannn çok korkarım, şöyle canım yandı böyle canım yandı, adam bir asıldı dişime! "cümlelerini duya duya beyin programlanmış. Dişçi mesajı gitti mi ilgili loba Kork! mesajı olarak geri geliyor..

Dizilerdeki filmlerdeki çığlık bağrış doğum yapmaya çalışan, doğumhaneye yetşitirilmeye çalışan zavallı hamile sahneleri yüzünden bir iki arkadaşımın çocuk yapmaktan ve doğumdan ölesiye korktuklarının en canlı şahidiyim.

Kadınlar arasında şehir efsanesi gibi anlatılan ilk gece hikayeleri yüzünden kimbilir kaç genç kızın kabusu olmuştur ilk cinsel deneyim.

Bunun gibi örenekler çoğaltılabilir ama bu öreneklerin azalması, insanların ağzından çıkanı kulağının duyması, söylediğim acaba diğerlerini nasıl etkiler, etrafta çoluk çocuk var mı diye düşünmesi ve kendi korkularını gereksiz yere başkalarına öğretmemesi hayallerimden biri.

Olabilir mi?

Benim hala umudum var....

26 Ocak 2011 Çarşamba

BİZİM EVDEN MANZARALAR

Sahne 1.

Televizyonda hatırlayamadığım bir dizi var. Dizinin sevgilileri sarılıyor birbirlerine. Bizim küçük melek :

- Aneeeaa bak bu çocuk bu kızın aşkısıııı
- Öyle mi tatlım?
- Evvet anne. Nasıl babam senin aşkısın yaa o da onun aşkısı
- Peki söyle bakalım senin aşkın var mı balım
- ıhh yok.. Benim annem var....

(bu konuşmanın finalinde benim gözler dolu dolu)
--------------------------------------------------------------------
Sahne 2.

Ailece oturulmuş bir akşam yemeği sofrası. Büyük melek yemekten kaytarmaya çalışıyor.
İlk tabak bittikten sonra çaktırmadan çaktırmadan sofradan tüyme peşinde.
Bir boşluk buluyor ve sıvışıyor. Ben arkasından sesleniyorum

- Nazzz, kızım zeytinyağlı yeseydin bir parça

Alkışlar ve oynamalar eşiliğinde Naz hanım kızımız odaya geliyor bir türkü söyleyerekten

- Zeytinyağğğğlı yiyemem ammannnn, basma da fistan giyemem ammann!!

Olay bizim kahkahalarımız ve onun yemekten kaytarma çabalarının başarılı olması ile son buluyor...

HANGİSİ?

Söyle bakalım hangisi daha kolay?

Öğrenmek mi - öğretmek mi?

Yükselmek mi  yoksa eğilmek mi?

Vermek mi daha mutlu eder insanı yoksa almak mı?

Okumak mı daha eğlenceli - izlemek mi?

Sahnede olmak mı keyif veren - izleyici olarak yaşamak mı?

Alkışlayan mı olmalı yoksa alkışlanan mı?

Gurur mu - aşk mı?

Seven taraf olmak mı keyif veren yoksa delice sevilen mi?

Kalan olmak mı zordur giden  mi?

Beklenilen olmak mı bekleyen mi?

Seçen taraf mı olmak cezbeden seni seçilen mi?

Söyle bakalım hangisi?

25 Ocak 2011 Salı

SOĞUK BİR PAZAR VE AYVALI PIRASA

Pazar günleri birşeyler oluyor bana. İçimde bir yemek cini, bir film cini, bir kitap okuma cini, bir de sokakta gezme cini savaş veriyor.

Ertesi gün iş var diye mi, yoksa o gün tatli diye mi bilmiyorum ama birsürü şeyi aynı anda yapma hevesi beni yoruyor, bir o kadar da eğlendiriyor.

Pazar sabah simitli, omletli, bol çeşit peynirli ve bol arkadaşlı bir kahvaltının ardından eve dönüp gazete ve bitki çayı keyfi harika. Hele bir de hava soğuksa battaniye altında çay-gazete paha biçilemez bir keyif.

İçimdeki yemek cini beni her pazar farklı birşey yapmak için dürter durur. O an elimde ne varsa, neyi neyle karıştırabilirsem ve karıştırdıklarımı tutturabilirsem benden keyiflisi olmaz.

Ayvalı ve portakallı pırasa dün öyle bir buhran anımda çıktı. Daha önce yapanlar akıl edenler olmuştur muhakkak ama benim yemek cinim bana dün böyle bir ilham verdi ve yaptım. Harika da oldu.

Nasıl mı yaptım işte böyle :

1 soğanı küp küp doğradım usulca,
Pırasalar aynı boyda kesildiler karınca kararınca,
Havuçsuz olur mu hiç pırasa? Bir büyük havuç halka halka ...
Minik bir domates rendelendi hepsinin yanına.

Bütün malzemeler tencereye, bir iki yemek kaşığı su ile birlikte.
Başladılar tatlarını birbirine vermeye, fokur fokur kaynatmaya, kaynadıkça yumuşamaya.
Yağ mı? Yağ yook aman sakın..
Piştikten sonra sadece üstüne bir yemek kaşığı akıtın.

Bir ayva kesildi, dörde beşe bölündü, tenceredeki arkadaşlarının yanında hemen yer edindi.
Bir de portakal, boynu bükük duruyor köşede.
Suyu sıkıldı,
Tencereye boşaltıldı.

Bir kesme şeker,
Bir çimdik tuz,
Şimdi hepsinin pişmesini bekliyoruz.

Ve nihayet yemek pişti,
Sahne sırası zeytinyağına geldi.
Bir tatlı kaşığı zeytinyağı
Yemeğimize tat verdi...

Afiyet olsun :)

20 Ocak 2011 Perşembe

ESKİDENDİ ÇOK ESKİDEN

Henüz şarkılar bizi bu kadar incitmezken, eskidendi çok eskiden....

SEN BİZİM FIRAT ABİMİZDİN Kİ!


Seni herkes Hrant Dink diye tanırken biz Fırat Abi diye bildik seni. İlk işimizin, ilk patronuydun. Kendi kazandığımızı harcamanın keyfine senin ve ortaklarının yanında vardık biz Fırat Abi.. Ne Ermeni meselesi, ne Kürt sorunu ne Aleviler'den haberimiz vardı. Biz seviyorduk Fırat Abimizi, Arat'ı, Aret'i, Maral'ı, Osman Abiyi.. Biz minicik yeni yetmeler sizin güvenli yanınızda ilk paralarımızı kazandık. Biz seni Fırat Abi diye bildik.. Biz seni hiç başka görmedik.

Senin oğlunla aynı koliyi taşıdık biz.  Birlikte azar işittik, birlikte yemek yedik, birlikte eğlendik. Biz birbirimizi hiç ayırmadık ki....Biz aşk acısı çektik birlikte, kederimizi paylaştık, Yeşil Cafe'de kadeh tokuşturduk  dünyanın şerefine.

Biz paylaştık da çoğaldık. Birsürü hatıralar kattık yaşantımıza, birsürü arkadaşlıklar.Yıllar sonra bile burnumun direğini sızlatan hatıralarla aklıma gelir sen , o küçücük kırtasiye ve orada ki herkes. Sen  bizimle ekmeğini paylaştın da, biz seninle bu koskoca dünyayı mı paylaşamadık!

19 Ocak 2011 Çarşamba

BAŞIM GEÇTİ, BİRAZ DA RUHUMU OVALA

Sessizce uzanıyordum koltukta. Televizyon mu seyrediyorum yoksa seyrediyormuş gibi mi yapıyordum?

İçeriden cıvıl cıvıl sesleri geliyordu. Kalkamadım, katılamadım aralarına. Ne halim, ne mecalim, ne takatim, ne isteğim vardı. Sadece uzanıyordum, sessizce ama çığlık çığlığa.

Usulca geldi yanıma, "hadi gelsene, oyna bizimle, niye gülmüyorsun, " dercesine baktı. " Başım ağrıyor" dedim...
- " Ovalıyım mı?" dedi küçücük kiraz dudaklarını kocaman kocaman büzerek..
-" Hıhı " dedim. Sanki o anne ben çocuktum o an..

Küçücük parmaklarının değdi yerler ateş oldu yandı, avuçlarındaki sıcaklık yüreğime aktı. Çiçekler açtı dört bir yanımda. Onun çocuk masumiyeti, benim bütün yozlaşmışlıklarımı temizledi sanki. O yaptığı işin ciddiyetini takınarak bir doktor edası ile;

-" İyi geliyor mu?" Şimdi nasılsın? Geçti mi? diye sorup duruyor beni sağlığıma kavuşturmakla gurur duyuyordu.

-" Çok iyiyim " Çok iyi geldi" Harikasın" dedikçe kendiyle daha da gururlanıyordu..

Başım geçti, biraz da ruhumu ovalasan çocuk?

18 Ocak 2011 Salı

ÖZGÜVEN VE EDISON

Özgüven : Fazlası zarar , azı zarar... Orta yolu bulmak hem zor, hem taktik işi hem de çok basit sırlarda gizli.

Zamane çocukları müthiş bir özgüven balonu. Balonu diyorum çünkü bence o sahip olduğuklarını sandığımız özgüvenin yarısından fazlası sanal ya da şımarıklık.

Fazla özgüven gerektiği şekilde törpülenmez ise sonucu birsürü saygısız , patavatsız, nezaketsiz bireyler bence..

Kıldan ince, kılıçtan keskin bir süreç bu. Nerden mi aklıma geldi bütün bunlar? Geçen gün bir kitapçıda kişisel gelişim kitaplarını karıştırırken , aşağıdaki hikayeyi okudum. Sonra kendimin ve benim gibi anne olan arkadaşlarımın çocuklarımızın kendilerine güvenmelerini sağlamaları adına yaptığımız uzunn uzun konuşmalar geldi. Taktikler, oyunlar, kurmacalar, psikologlar ve daha nelerr neler..

Oysa hayat taktiklerle gittikçe karmaşıklaşıyor. Aşağıdaki hikaye bana zatençocuklarımızın doğuştan içinde olanı nasıl basit bir şekilde destekleyeceğimizi gösterdi. Basit, sade ve yalın.

Belki ilk yürümeye başladığında düştüğünde alkışlamakla başlar herşey, yemek yerken üzerini kirletmesine izin vermekle devam eder... Basit, sade ve sıradan...Anlaşılır, taktiksiz ve saf.. Tıpkı çocuklar gibi....

EDİSON ÖZGÜVEN DESTEĞİ


Edison günlerce uğraşıp bir ampul yapar. Yanında çalışan çocuğa verip üst kata gönderir. Fakat çocuk ampulü yere düşürüp kırar.

Edison tekrar uğraşıp ikinci bir ampul yine yapar ve yine aynı çocuğun eline verir. Arkadaşları hemen itiraz ederler. Bu sakar çocuğa nasıl olup da güvendiğini anlayamazlar. Edison şöyle der:

“Eğer ikinci defa ampulü eline vermeseydim, hayat boyu kendisini beceriksiz bir insan olarak düşünecekti. Kendine güvenini kaybetmesin diye verdim.”

17 Ocak 2011 Pazartesi

VAH ERKEKLER VAH

Hep kadın olmanın zorluklarından bahseder dururuz. Bu devirde kadın olmak şöyle zor böyle zor diye.. Ya bu devirde erkek olmak? Hiç düşündünüz mü?

Tam  hayalimde ki kadını buldum, gözü kaşı tam istediğim gibi, boyu boyuma denk diye düşünürken, bir farkediyorsunuz ki,

- Gözler kendi rengi değil lens
- O ipek saçları çıt çıt kaynak
- Kalem kaşları aslında dövme
- Ok gibi kirpikler takma
- Hokka burun yapma
- Göğüsler slikon
- Korse çıktı, kilolar ortada
- Kiraz dudaklar botox
- Zaten topuklu ayakkabı sayesinde boy kısalığı gibi bir derdimizde yok
- Makyaj hilelerini bilmeyen kalmadı

Bu durumda yanındaki kadın özüne döndüğünde tanıyamama riski bile var erkeklerin.
İyisi mi siz fiziksel özelliklerinden ziyade önce ruhuna bakın.. Tabi o da imitasyon değilse..

FİLM - BENİ BIRAKMA ( NEVER LET ME GO)

Bir organ bağışçısı olarak yetiştirme yurdunda büyütülseydiniz ve gerçek birgün yüzünüze tokat gibi çarpsaydı tepkiniz ne olurdu?

Nasıl ve kimlerden modellenerek dünyaya getirilen kolanlarsınız?


Sizin olmadığını bildiğiniz bir vücut ve hayat ile yaşamanız ne denli mümkün?

Hele bir de aşıksanız ve  3. bağışınızdan sonra hayatınızın sona ereceğini biliyorsanız?

Varoluş amacınızın diğer insanların hayatını kurtarmak olduğu size en yumuşak biçimde nasıl anlatılır?

Değişik bir film. İlginç bir öykü ve içinde saklı bir aşk hikayesi...Belki gelecekte yaşayabileceğimiz dramlarıda anlatıyor. Zira bilim bazen tehlikeli...

Filmin içinden çarpıcı bir replik
" Biz galeriyi ruhlarınızı okuyalım diye değil, ruhunuz var mı diye öğrenmek için kurduk!"

11 Ocak 2011 Salı

İSTİKLAL CADDESİ VE İSTİKBALİMİZ KORKU 2

Pasajdan çıkıp kahvelerimizi alıyoruz. Kasada parayı öderken janjanlı ve afilli metal kutusunda akide şekeri ilişiyor gözüme. "İstanbul'un Meşhur Akide Şekeri " yazıyor kutunun üstünde. Çocukluğum geliyor aklıma. Kuruyemişçilerde büyük cam kavanozların içinde satılan, bazen de annemin pazar alışverişi dönüşünde bana hediye olarak getirdiği olağan , sıradan ama bir o kadar da lezzetli, herkesin ulaşabileceği bir yerde olan  Akide Şekeri.. Turistik bir eşya gibi janjanlı kutularda , bir avuç dolusu paraya satılıyor artık.

Bir taraftan yürüyor, bir taraftan sohbet ediyor ve kahvelerimizi içiyoruz. Kahveler bitiyor, Aslankral'ın gözleri çöp kutusu arıyor.

-" Koskoca İstiklal'de çöp kutusu yok" diye sitem ediyor

- " Ohooo, kaldırdılar ya onları, bomba koymasınlar diye. Uzun zaman oldu" diyorum

-" Şeffaf falan yapsalarmış bari olur mu böyle hiç" diyor.

- " Nasıl yapsınlar , koyu renk bir poşete ne konulduğunu kim bilecek, hem parça tesirli bomba etkisi yapıyormuş çöp kovaları, tehlikeli" diye cevap veriyorum. Bir bomba uzamanı edası ile..

Sonra içimden " Hangimiz bomba uzmanı olmadık ki?" diye soruyorum. Aklıma İstiklal ve civarında hatta çok daha uzak semtlerde patlayan bombalar geliyor. Ürküyorum. Şu anda, şimdi burda bir bomba patlasa ve burada bir hiç uğruna son bulsa hayatım , kim verecek hesabını? Kimin işine yarayacak benim zamansız ve sebepsiz ölümüm? Paramparça cesedim, hangi insani amaca hizmet edecek? Vahşet ve dehşeti hangi canavar ruh dikkat çekmek amacı ile kullanabilir ki?...

Bir sürü şey geçiyor kafamdan, neyse ki rengarenk pervaneler dağıtıyor dikkatimi. Havaya atıyor satıcı, karanlıkta döne döne yükseliyor ve yere düşüyor.. Etrafında koca koca adamlar ilgiyle izliyorlar pervaneyi.
Seviniyorum, çocukluklarını kaybetmeyen büyükler görmek güzel.

Metroya geliyoruz. Akbil, merdivenler derken metronun içindeyiz. Üç genç var karşımda. İki kız, bir erkek. Kızlar oldukça modern , hoş ve entellektüel görünümlü. Erkeğin sağ el tırankları uzun belli ki gitar çalıyor. Kızlardan biri su içmek için şişenin kapağını açıyor , kapak yere düşüyor, kapağın üstüne basıyor ve suyu içiyor. Şimdi alır diyorum içimden ama sohbet koyu, kapak yerde ve 3. istasyon. Oturanlardan biri dayanamıyor, kapağı alıyor;

-" Bu sizden düştü galiba" diyor. Kız şaşkın, sevgilisi atmaca gibi neredeyse adamın üzerine atlayacak.

-"Bu sizden düştü galiba" diye tekrarlıyor. Kız" -Ev eve evet" diye kekeliyor.

-"Yerden almak bu kadar zor değil sanırım" diyor ve arkasını dönüp iniyor..

Metronın doğru çıkışını bulmak için bir hayli ter döktükten sonra , evimize varıyoruz. İçeri girip, kapımı kitliyorum dünyanın üzerine.

Bu geceden bana kalanlar; kendi ülkende-kendi topraklarında yürürken korkmak, korktuğunu hissetmek gururunu zedeliyor insanın. Kapkaç, terör, cinayet, can güvensizliği içimize işlemiş hiç farkında değiliz.

Çiçek pasajı, İstiklal Caddesi herşeye rağmen hala çok güzel, hala çok çekici...

Aslankralla sokakta elele yürümek dünyaya bedel :)

10 Ocak 2011 Pazartesi

İSTİKLAL CADDESİ VE İSTİKBALİMİZ KORKU

Dün akşam saat 21.00 civarı. Eşimle birlikte İstiklal Caddesi'nde yürüyoruz. Ortalık mahşer yeri gibi. Işıl ışıl mağazalar, birbirinden farklı tarzda yüzlerce insan.

Sokak müzisyenleri, nostaljik tramvayın fotoğrafını çekmeye çalışan turistler, sarmaş dolaş çiftler, yeşil saçlı delikanlılar, türbanlı kızlar, "kahve falı bakılır" tabelası ile kafesine müşteri çekmeye çalışan işyeri sahipleri, sokakta bira içen yeniyetmeler, ailesinden aldığı iznin saati dolduğu için koşturarak evine gitmeye çalışan liseliler, çocuk arabasıyla o kalabalıkta ilerlemeye çalışanlar, travestiler, caddeyi temizlemeye çalışan belediyenin temizlik görevlileri, kestane kebapçılar, bira 5 tl'ciler...Birbirinden farklı bir sürü insan. Hepsi aynı caddede, hepsi farklı ya da bir kısmı aynı şeyler için arşınlıyorlar caddeyi..

Kalabalığa bakarken tedirgin oluyorum...
- " Aslında tehlikeli burası" diyorum Aslankaral'a..
-" Evet . Bu kadar kalabalık yerlere gelmek biraz riskli" diyor...

Özellikle yayaların yürüdüğü çeşitli caddelerde patlayan bir sürü bomba, kargaşa, gezmeye gidip ölen insanlar geliyor gözümün önüne. Bir zamanlar patlayan bombalar yüzünden paronayak oluşum ve riskli bir meydana yakın oturmam nedeni ile yenidoğan bebeğimi cam kenarındaki koltukta asla bırakmayışımı hatırlıyorum. Eskaza bomba koyulur ve patlarsa yakınımızda kırılan camlar onun üstüne gelmesin diye..

Yürürken caddenin güzelliğine hayran olduğumu düşünüyorum. Herşey göz kamaştırıcı ve özenle çekilmiş bir filmden bir sahne gibi sanki. Işıl ışıl, bazı binalar restore edilmiş, yerler tertemiz, her kapıdan ayrı bir müzik sesi geliyor ve hepsi birbirinden güzel..Bir turist tramvayın fotoğrafını çekmek için şekilden şekile giriyor.

Turiste bakarken garipsiyorum bu çabasını

-" Alttarafı bir tramvay. Bu ne şimdi? Çekse ne olur fotoğrafı , çekmese ne olur" diyorum Aslankral'a
-" Kaç yüzyıllık o biliyor musun? ..Onlar için ne kadar ilgi çekici bir deneyim bunu görmeleri" diye cevap veriyor..

İçimden konuşuyorum kendi kendime, " Doğru, biz sürekli gördüğümüz için değerini anlamıyoruz, haklı aslında"

Arkamdan derinden bir çığlık sesi duyuyorum. İrkiliyorum, zıplıyorum..Birine birşey yaptılar, çantasını aldılar, kaçtılar, bıçakladılar , ya da birini mi vurdular acaba? Yok yok ! Birini vursalar silah sesi duyardık..Ana haber bültenlerinde izlediğim İstiklal Caddesi'nde bıçaklanan ve onu seyreden gencin görüntüleri geliyor gözümün önüne, Ardından kapkaçıdan çantasını korumak için kapkaççı ile mücadele eden ve öldürülen kadın ve onlarca birbirinin aynı haber.. Çok şükür , içkiyi fazla kaçırmış gençlerden birinin sebepsiz çığlığı imiş beni bu denli zıplatan..

Galatasaray Lisesi'nin önünde bir grup çember halinde toplanmış. Olanları uzaktan seçemiyorum..

- Eylem mi var acaba? diyor Aslankral.., Ya da birine birşey mi oldu?

Yaklaştıkça daha net görüyorum. Bir travesti ve yanında bir genç gösterivari birşey yapıyorlar , insanlar da onları izliyor.
- Eğleniyorlar, gösteri gibi birşey onu izliyor millet" diyorum Aslankral'a.
Gidip bakalım diyecek oluyor,
-Pek yaklaşmayalım istersen, yankesici doludur buralar şimdi" diyorum.
Yerde baygınlık geçiren birine yardım etmeye çalışırken arkadaşımın çantasının çalındığı geliyor aklıma ve polisten yediğimiz fırça..( - Hanımefendi her yerde yatana yardım etmeye kalkmayın. Numara yapıyor bunlar sırf çantaları çalabilmek için!)

Sonunda Çiçek Pasajı'na vardık. Şampiyonda karnımız doyuruyoruz. Midye dolma muhteşem. Seviyorum ben burayı herşeye rağmen. Günün her dakikası ayrı yaşıyor , ayrı yaşanılıyor bu şehirde.Sonra oraları turluyoruz biraz. Manavda mandalinanın fiyatına ilişiyor gözüm 10 TL. Nee? Bunu bu fiyattan alan var mı hakikaten ?? Bir balıkçıda ki fiyatlara takılıyor gözüm.. Hamsi 15 TL!

- Yahu kim alır bunları bu fiyata. Çok paraları varsa fakire fukaraya yardım etsinler kazıklanacaklarına! diye söyleniyorum.

Aslankral gülüyor..- Çok şey istiyorsun bu hayattan diyor ! Gülsem mi ağlasam mı bilemiyorum...


Devam edecek....

7 Ocak 2011 Cuma

MUHTEŞEM YÜZYIL

Muhteşem Yüzyıl dizisi için RTÜK'e yüzlerce şikayet maili gelmiş. Meclis işi gücü bırakmış Osmanlı'nın ve Padişah Süleyman'ın itibarını kurtarma peşinde. Ben de izledim bir falso görmedim dizide. Beni rahatsız eden hiçbirşeye rastlamadım.

Bizim ülkemizde ne film sektöründen, ne dizi sektöründen bir numara olmaz arkadaş ben bunu anladım. Film ve dizi senaristleri ya da bu sektöre emeği geçenler yüzünden değil, her çekilen filme diziye taş koyanlar yüzünden.

Hamamcılarla ilgili bir film çekilir hamamcılar ayaklanır, manavlarla ilgili bir film çekilir manavlar sokağa dökülür, Osmanlı ile ilgili bir dizi çekilir , senaristlerin tez başı vurula...Heyhattt!

6 Ocak 2011 Perşembe

ANNELER VE ÇOCUKLARI

Televizyon izliyorum geçenlerde. Sunucu bir hikaye daha doğrusu iki hikaye anlatıyor..

- Bir anneye sorarlar
- Hangi evladını daha çok seversin?
Şöyle bir düşünür ve cevap verir
- Küçüğü büyüyene, hastayı iyileşene, gurbettekini dönene dek daha çok severim....

Gençten bir adam yaşlı bir kadına sorar

- Annecim, evlatlarını eşit mi seversin? Hepsi birbirinin aynı mıdır?
Kadın hiç tereddüt etmeden cevap verir
- Ey oğul! Bak şu elinin parmaklarına. Beşi de birbirinin aynı mı? Değil. Ama kestiğinde hepsinin acısı birbirine denktir!