Hürriyet

30 Aralık 2010 Perşembe

KENDİ KENDİME 2011

Benim uzun uzun yeni yıl listelerim ve yeni yıl kararlarım olmadı hiç. Geldiği gibi yaşadım, gittiği gibi de uğurladım seneleri birer birer. Eski yazılarıma bakınırken gördüm yaklaşık 1 sene önce yazmışım bu yazıyı. 27 Ocak 2010'da..



Çok şey bilmemek, sindirebileceğinden fazlasını öğrenmemek huzurdur.

Basit yaşamak özgürlüktür. Ne kadar basitleşirse yaşam, ruhunun ağırlığından o denli kurtulur insan.

Azaltabilirse ademoğlu hayattan beklentilerini, o denli mutlu hisseder kendini.

Yaşamı olduğu gibi kabullenmek, acılara dayanma gücü verir acıdan ezilen yüreklere.

Geç de olsa anladım ki, yaşamı sevmenin yolu, ölümü kabullenmekten geçiyor.

Herkesi sevmek değilmiş doğru ve erdemli olan, herkese adil davranabilmekmiş meğer.

Öfkeni saklamak yerine , doğru kişiye yöneltmekmiş dürüstlük.

Bir insanı önemsemek her istediğini yapmak değil, istemediğine hayır diyebilmekmiş.

Aslında her insan en çok kendini seviyor.

Ve herkes kendine yazılan rolü oynuyor...
--------------------------------------------------------

Bakalım bu sene bana nasıl bir rol yazıldı?

Gerektiğinde hayır diyebileceğiniz, kendinizi sevebileceğiniz, basit ve huzurlu bir hayat dileklerimle....

29 Aralık 2010 Çarşamba

BİR DANSÇI SINIRLARINI NE KADAR ZORLAYABİLİR? - SİYAH KUĞU

Natalie Portman ve Mila Kunis'in başrollerinde oynadığı kusursuz bir film.

Natalie Portman ( Nina) Kuğu Gölü Balesi'nde kraliçe olarak dans etmek için seçilmiştir. En yakın rakibi Mila Kunis(Lilly)değişik kulis oyunları oynayarak Nina'nın rolünü almaya çalışmaktadır. Nina bir yandan kendini içindeki Nina'yı, diğer yandan Lilly'yi alt etmeye çalışırken, sürekli kendisini korumaya çalışan annesini de bertaraf etmek zorundadır.

Nina'nın hassas ve kırılgan yapısı, gördüğü halüsünasyonlar, rakibiyle girdiği sert mücadele,Lilly'nin şeytani oyunları, eski bir dansçı olan ve Nina'nın doğumu yüzünden sahnelere veda etmek zorunla kalan annenin baskıcı tutumu, muhteşem danslar ve harika bir oyunculuk.

Gerilim ve dram ancak bu kadar kusursuz bir araya getirilebilir, filmin ilk dakikasından son dakikasına kadar seyircinin nabzı ancak bu kadar yüksek tutulabilirdi.

Film ilk sahnesinden itibaren izleyiciyi içine çekiyor ve son sahnede bile biraz daha sürsün bitmesin dedirtiyor.

28 Aralık 2010 Salı

ALIŞVERİŞ ÇILGINLIĞI

Haftasonu büyük bir alışveriş merkezine düştü yolum. Mecburi bir düşüştü bu çünkü alışveriş merkezi evimin dibinde, içinde de Migros var. Hal böyle olunca önce bir mağazaları dolaşayım dedim,demez olaydım.

Allahım ! Bu ne görüntü. Karınca sürüsü gibi bir sürü insan hepsi noel babaya dönüşmeye yemin etmiş gibi sanki. Gerekli gereksiz ne var ise sepetlerine dolduruyorlar. Sanki mağazalar bedava dağıtıyor o derece bir kalabalık. Etiketinin üzerinde 200 TL yazan bir kazak iki kadın arasında meydan muharebesine neden oluyor. Sebebi mi? E kazak indirimde.. Yüzde 70 indirimle 200 TL'ye düşmüş! 

Her yerde boy boy afişler

" Etiketin yarısı" " Bir alana bir de bizden" "Sale/Sale" ( Bu en gıcık olduğum çünkü İngilizce.. Hadi Türkçe bilmeyen müşterileri olabilir diyelim ama yanında Türkçesi de yazmıyor)

 Ellerinde onlarca poşet olan insanlar oradan oraya amaçsızca koşturuyorlar. Muhakkak bir amaçları vardır tabi ama şöyle bir uzaktan seyredilince manzara böyle. Kimi hediye paketi yaptırma telaşında, kimi bir köşe de onu mu alsamm bunu mu alsamm diye düşünüyor. Kimi ne gördüyse sepetine atıyor.

Hoş bir telaş ama fazlası garipsenecek bir çılgınlık halini almış.

Markette sepetler dolu, hani sanki olağanüstü hal ilan edilmiş insanlar 1 ay evlerinden çıkmayacakmışcasına alıyorlar da alıyorlar. Üstelik daha yılbaşına 1 hafta var. Evde 100 kişilik parti versen bu alınanlar anca tükenir. Sepet sepet içkiler, kilolarca kuruyemişler, küçük bir kuzu boyutundaki hindiler,paket paket cipsler, patlaşmış mısırlar. Tam olağanüstü hal alışverişi.

Yılbaşı ertesi, cumartesi akşam üstü evlerden çıkan çöplerin yarısından fazlasının yenmemiş yiyecekler ile dolu olacağına eminim. Çünkü defalarca karşılaştım bu manzara ile.

Gereksiz israf, büyük bir alışveriş çılgınlığı, kapitalizmin kölesi bizler.

Hediye almak da vermek de çok hoş. Birilerini sevindirmek, başkaları tarafından hatırlanmak, sevindirilmeye değer bulunmak insanın grurunu okşayıcı, yaşam sevincini arttırıcı hoş paylaşımlar.

Ama israf, ama ayağını yorganından fazla uzatmak, kaş yapayım derken kendi gözünden olmak.

Sonra da TV'lere çıkıp " Devlet baba yardımm! Kredi kartı mağdurlarına bir çözüm bulunsun! Kredi kartı kullanımını kısıtlayın!" diye dert yanmak ağlamak..

Ben eminim ki yılbaşındaki alışveriş çılgınlığına kendisini kaptıranların yarısından fazlası cebinde olmayan parayı harcıyor. Çektir kredi kartından 12 taksit. 2 ayda taksit erteleme ohhhh sanki sonunda o ödemeyecek.
Sonu, ödenemeyen kredi kartı borçları, gelen icralar, boşanan çiftler, yıkılan hayaller.

O kredi kartını alabilmek için gerekli formları dolduracak, gerekli belgeleri tamamlayacak zekaya sahipsen, ne kadarını harcayacağını ne kadar ödeyip ödemeyeceğini bilecek zekayada sahipsindir arkadaş. Kredi kartında var olan kullanılabilir limitin sonuçta bir banka kredisi olduğunu ödeyemessen faiz yüküne katlanacağını en nihayetinde borcun tahsilatı için yasal yollara başvurulacağını bilmeyen var mı cebinde kredi kartı olup da?

Devlet kredi kartını kullanımını kısıtlasın diye bar bar bağıranacağına, bir zahmet sen kendi kendini kısıtlasan?
Ne dersin? Hoş olmaz mı?

27 Aralık 2010 Pazartesi

GERİYE DÖNER MİSİN?

Canınızdır o. Ciğerinizdir. Sabaha kadar başınızda bekleyeniniz, yemeyip yediren, giymeyip giydirendir sen küçükken. Büyüdüğünde bile elini üzeriden çekmeyen ,bir ahına bin kez kahırlanandır da sonra bir anda işler tersine döner.

Yaşlı, huysuz, depresyonik biri olur çıkar karşınızdaki. Ne yapsanız mutlu olmaz, ne verseniz beğenmez, ne alsanız ellemez, ne söyleseniz dinlemez. Yüzünden mutsuzluk, sözlerinden sitem akar sürekli. ( Nadir konuştuğu zamanlarda)

O ister, siz yaparsınız, yine ister yine yaparsınız, o istemeden birşeyler yapmaya çalışırsınız daha da mutlu etmek, size yaşattığı güzel çocukluğa bir nebze de olsa teşekkür etmek için.

Ama yok, bir türlü olmaz. O melek anneniz gitmiş, yerine tanımadığınız bambaşka biri gelmiştir.

Asar, keser, azarlar, yüzü gülmez, sesi yumuşamaz. Hayat ona da zindan sana da....

-Anne Dr'a gidelim ? Hayırrrr gitmicem dedim sana...

-Anne biraz dışarı çıkalım mı? Çık sen nereye çıkarsan bana dokunma da!

-Annecim birşey ister misin? İstemem beni rahat bırakın!

-Anne iyi misin? Ben sana ne yaptım ya!? Bozbek beni rahat bırak, kimse bana bişey yapmadı..

-Çocuklara bakmaktan yoruldun sen. Gel biraz mola ver başka bir çare düşünelim ne dersin? Hayır bu senenin sonuna kadar bakıcam dedim. Sonra zaten bakamam!

-Ama bak yorulmuşsun işte beklemeyelim bu senenin sonunu falan! Offf bozbek bin kere aynı şeyi söyleyip durma bana

- Annecim yemek yapmakla uğraşma, kahvaltı ederiz akşama - Ne yerseniz yeyin , Ispanak yapıcaz dedik ya Allahh Allahh yüz kere aynı şeyi konuşuyoruz..

- Anne akşama bişey lazım mı? Senin birşeye ihtiyacın var mı? - Yooook!

Bunlar en katlanılabilinir olanlarıdır . Bazen öyle şeyler duyar ki kulaklarınız anneciğinizin ağzından ."Hadi beee!, bunu annem mi söyledi şimdi bana. Yok böyle demek istememiştir" diyip diyip aslında öyle demek istediğini de bilirsiniz bir taraftan.

Bazen abuk subuk şeyler geçer aklınızdan, kızgınlığınıza gem vurmaya çalışırsınız. Utanırsınız bir yandan annenize bu kadar kızgın olabildiğiniz için. Annenizdir o , canınızdır ciğerinizdir. Üstelik hala sizin için birşeyler yapmak adına çocuklarınıza bakmaktadır. Ama yine de size söylenenler, yapılan haksızlıklar kızdırır, bezdirir ve üzer sizi. Yapabileceğiniz birşey yoktur. Annenizdir o....

Yaşlanmak zordur, yaşlandığını kabul etmek daha da zor. Yaşlılığın etkileri ile baş etmek bir o kadar daha...

Yaşlı birini mutlu etmeye çalışmak , sırat köprüsünden geçmek gibi...

Mutlu etmeye çalıştığınız annenizdir...O köprünün karşısında sizi bekleyen O'dur. Ulaşmaya, yüzünü güldürmeye çalıştığınız O'dur.

Fakat ya çabalarınız her seferinde sonuçsuz kalıyorsa? Döner miydiniz o köprüden geriye?

MERRY CHRISTMASS 'DA NE OLA Kİ???

Geçen haftadan beri Noel tebrikleri alıyorum. Dikkatinizi çekerim "Yeni Yıl" deil, " Noel"...

Üzerinde Merry Christmass yazan tebrik kartları mailleniyor iş çevrem, arkadaşlarım, tanıdıklarım tarafından..

Öncelikle ben bu dileklerin İngilizce gönderilmesine taktım. Niye Mutlu Noeller değil de , Merry Christmass?

Sonra durdum ve niye "Mutlu Noeller" ki? Niye "İyi Seneler, Mutlu Seneler, İyi Bir Yeni Yıl Dileklerimle" değil de Mutlu Noeller?

Noel bir dini bayram. 25 Aralıkta Hristiyanlar tarafından İsa'nın Doğumunun kutlandığı bir dini bayram.
Gönderen Hristiyan değil, e alıcı da Hristiyan değil ve biliyorum ki gönderen Noel'i dini bayram olarak kutlamıyor. Bu ne pehriz , bu ne lahana turşusu? Eminim ki kimse araştırmadan anlamını mealini içeriğini bilmeden gönderiyor bu tarz kalıplaşmış şeyleri.

Birkaç kişiye yukarıda yazdıklarımı anlatınca şöyle bir tepki ile karşılaştım.

" Hristiyanlarla ilgili bir sorunun mu var? Yok tabiki de!

Sorunum bilinçsizce, sırf özenti olsun diye başka bir kültürün adetlerinin benimsenmesi. De ki bana "Noel benim bayramım, ben Noeli Bayramım olarak kabul ediyorum , ben de İsa'nın doğumunu kutluyorum 25 Aralık'ta !" O zaman eyvallah. Sana da İyi Noeller..

24 Aralık 2010 Cuma

O KİŞİ "BABA"

"Annemin en büyük hayali mezuniyetimizi görmekti" diyor gözleri donuk bir şeklide. " Ama o kişi yüzünden  bu şansını kaybetti" Hem anne olmam lazım artık, hem de baba bir de ablayım ben üstelik" derken sesi titriyor. " O kişi diyorum , çünkü ben annemin canını alan birine Baba! diyemem" diyor. " Yakalandığını söylüyorlar ama ellerini kelepçeli görmeden içim rahat etmez" derken acıdan ağlayamıyor bile.

Bir kadın, binbir umutla evlenmiş, belki de zorla evlendirilmiş. Kocasından defalarca dayak yemiş, hatta tecavüze uğramış, şikayetçi olmuş, darp edilmiş yüzü gazetelerin 3. sayfalarında haber olarak yer almış, tehtid baskı yüzünden kocasını afetmiş fakat aynı işkenceyi tekrar tekrar yaşamış.

Sonunda kader yüzüne gülmüş ve boşanmış. Bu sefer canavar şekil değiştirerek yine çıkmış karşısına. " Benimle barışacaksın, beni eve geri alacaksın" cümlelerinin arasına girmiş üstü kapalı ölüm tehtidleri. Savcılığa defalarca başvurmuş kadın, " Hayatım tehlikede, can güvenliğim yok, bu adam beni öldürecek" demiş. dinletememiş üst ve yetkili mercilere. "Aile koruma yasasından yararlanamassınız, çünkü siz boşandınız" cevabı almış.

Ya insan koruma yasası? Bu ülkede böyle bir yasa yok mu? Yok ki sonunda o adam emeline ulaşabilmiş. 10 yerinden bıçaklayarak öldürmüş eski karısını, hayat arkadaşını, çocuklarının annesini...

Koruyamamış yasalar bir kadını..." Yasalarınız böyle yapacak birşey yok" diye diye öldürmüş o yasalar bir anneyi...

Yine çıldırmış, gözü dönmüş, evlenmekle kadını mal olarak görmüş, ben seni kimseye yar etmem, ya benimsin ya toprağın diye fikri de zikri de aklı da bozuk bir adam kazanmış bu oyunu.

Yine bir kadın yenilmiş dünyaya, yine bir kadın ulaşamamış yasalara, yine bir kadın ezilmiş, sömürülmüş, önce gururu sonra da canı alınmış.

O adam sonunda cezaevine konulmuş. Giden gitmiş, bir masal yine kanlı bitmiş. Adam artık cezaevinde olsa ne olur , olmasa ne olur devlet baba?

21 Aralık 2010 Salı

PAZARTESİ GECESİ SİNEMASI - YUVA ( LE REFUGE)

Pazar günü izleyecektim aslında ama fırsat bulamayınca dün akşam izledim bir hevesle. Hevesim kursağımda kaldı mı peki? Hem kaldı, hem kalmadı ...

2009 yılı, Fransız yapımı bir film. Yönetmeni François Ozon. Film başlar başlamaz Fransız yapımı olduğu hemen anlaşılıyor . Fransız yapımı filmlerdeki o ağırlık ve kasvet filmin genelinde mevcut. Ama konusu ilginç ...Uyuşturucu bağımlısı bir çifften erkek olan aşırı doz yüzünden ölür. Sevgilisi koma halinde hastaneye kaldırılır, kurtulur ve hamile olduğunu öğrenir. Uyuşturucu, sevgilisinin ölmesi ve bu hamilelik haberleri yüzünden kafası iyice karışan esas kızımız Paris'ten uzaklaşır ve sayfiye bir yerde hamileliğini geçirmeye karar vererek bir tanıdığının evine yerleşir. Bir süre sonra ölen sevgilisinin erkek kardeşi onu ziyarete gelir ve orada onunla birlikte kalmaya başlar. Film de esas burda başlar zaten...

Esas kızımızın hamileliğini geçiriş şekli, tavrı , tarzı - onunla birlikte kalmaya başlayan genç adam ve yaşadıkları derken film ilginç ve insanı sinir edecek bir sonla biter.

Annelik kimliğinden sıyrılıp izleyebilse idim eminim ki psikolojik olan bu filmi oldukça sevecek ve beğenecektim. Ama annelik ve kalıplaşmış dürtüler yüzünden maalesef kadına ve yaptıklarına sinir olarak izledim filmi.

"E yuhhh yani yaa bira içiyor hamile hamile " Yahu hamilelik ve metadon kullanımı artık bu kadarı da pes" diyerek izlediysem de bütün filmi, kadının bir uyuşturucu bağımlısı olduğu ve aslında bunun film değil etrafımızın binlerce gerçek vaka ile dolu olduğu bir gerçek. Belki de bunun gerçek olma düşüncesi idi beni kızdıran ve üzen...

He bir de izlerseniz göreceksiniz.. Filmin ilk sahnelerinde yüksek dozdan ölen genci ceset torbasına koyuyorlar. ceset torbasının rengi Dore. Ahhh Fransızlar ahhh :)))


20 Aralık 2010 Pazartesi

NE OLUYOR YAHU?

Herşeyimiz planlı programlı artık. Dakikalarımız sayılı.

Geçerken uğradım komşuluklar yok, bir hafta önceden randevulu dost ziyaretleri sardı dünyayı.

Komşudan pişen bize düşmüyor , çünkü komşu artık bizi tanımıyor

Bebek görmeye gitmelerin, diş buğdaylarının yerini Baby Shower'lar aldı.

Lohusa kırk gün yanlız bırakılmaz derlerdi eskiler ve 40 gün tezgah kurarlardı yeni doğum yapanın evine, şimdi bunun adı doğum sonrası depresyonu oldu.

Çocuklar birazcık yaramaz ise hooop psikoloğa tanı :" Hiperaktivite"

Kızınız , oğlunuz matematik konusunda başarılı değil mi? Hastadır kesin hasta. Adı da Matematik Öğrenme Bozukluğu. Araştırın internetten inanmassanız. Çocuğun sosyal konulara daha fazla yetenekli olması falan sözkonusu olamaz yani. Matematiği beceremiyorsa bir sorunu var demektir.

Evde yapılan sıcacık doğumgünü partilerinin yerini party hauselar'daki nuggetslı, hamburgerli kutlamalar aldı.

Hava durumu bile sürpriz değil bize. Karın hangi dakika yağmaya başlayacağını söylüyor hava durumu bültenleri.

Birden başlayan yağmurun altında ıslanmak da nostalji artık, yağmurun yağacağını bildiğimizden herkes tedbili kıyafet çıkıyor sokağa Ağustos ayında bile.

Telefon çıktı, mektupların tebrik kartlarının yüzüne kimse bakmıyor tarih oldu diye şikayet edişimiz sanki dün gibi. Oysa bugünlerde Messenger, Twitter, Facebook derken kimse birbirine telefon da  etmez  oldu. Yaz iyi dileklerini bas enter'a..

Biz eskiden gazeteden çıkan kağıt bebeklere kağıt elbiseler giydirirdik. Şimdi internette barbie giydiriyor yeni nesil sanal sanal.

Biz sokağa çizerdik sekseği tebeşirle, şimdi kartonlarda evde oynanan versiyonunu yapmış oyuncakçılar.
Ser kartonu salona, zıpla dur.

Çamurdan kap kacak yapardık kendimize, şimdi hiiiç kurumayan oyun hamurları çıktı. Rengarenk, kokulu ve yapay!

Kadının erkeğe saygısı ve hürmeti, erkeğin de kadına saygısı ve nezaketi vardı. Şimdi kadınlar erkek gibi, erkekler kadın gibi davranıyor ve bunu kimse garipsemiyor.

Öğretmenlerimiz eve gidiş zili çaldığında atkılarımızı eldivenlerimizi tek tek kontrol ederlerdi takılmış mı diye. Artık bir çok öğretmen öğrencisinden önce sınıftan fırlıyor.

Komşu teyzeden ya da komşu amcadan korkmadık biz hiç, şimdi çocuklarımızı bakkala bile tek başına gönderemiyoruz korkudan.

Sokak kedileri fare avlardı eski zamanlarda , evde kalan yemekleri paylaşırdık elbet can dostumuz sokak hayvanları ile. Ama kutu kutu hazır mamalar alıp sokaktaki hayvanları onlarla besleyerek doğanın ve hayvanların dengesini bozmadık hiç iyilik yapmak adına. Şimdilerde kedile farelerden kaçar oldu ne tuhaf değil mi?

20 yaşındaki tazecik genç kız televizyon programında kendine koca arıyor , çocuğunu ömrü boyunca bir kez bile görmemiş adam televizyonda bas bas çocuğum diye bağırıyor, sevgili aşkını twitterdan ilan ediyor, aşklar, sevişmeler bile sanal . Daha ne olsun!



19 Aralık 2010 Pazar

PAZAR İNCİSİ

Bizim ufak melek ....3 yaşında... Bazen inanması güç cümleler kuruyor ve bizi çok şaşırtıyor. Bunu da nerden duydu, hadi duydu aklında nasıl tuttu da şimdi pat diye söylüyor diye sorup duruyoruz birbirimize.

Evimizin küçük filozofu o.

Sabah durdu, yüzümüze baktı ve " Biliyormusunuz, görmek inanmak demek değildir." dedi.

Biz öyyle kaldık...

Görmek inanmak mıdır değil midir? Siz karar verin. Bizim ufaklık kararını vermişe benziyor:)

18 Aralık 2010 Cumartesi

HAFTASONU SİNEMA KEYFİ ( AV MEVSİMİ)

Dün gece gittik sonunda Av Mevsimine. 24.00 matinesine gittik.Melekleri uyuttuk, anneaane ve dedeleriyle birlikte bırakıp sinemaya koştuk. Bizim dışımıda 3 çift daha vardı kocaman salonda ne zamandır geç matineye gitmiyorum özlemişim gerçekten. Msırımızı içeceğimizi aldık ve bomboş salona kurulduk...

Gelelim filme, Cem Yılmaz oyunculuk anlamında döktürmüş, Çetin Tekindor'da herzamanki gibi oldukça başarılıydı. Fakat Şener Şen beklentilerimin altında bir performans sergilemişti bana göre. Eşkiya, Gönül Yarası, Kabadayı filmlerindeki performansının yanından bile geçmez burada ki..

Filmin görsel yönetmenini tebrik etmek gerek, görüntüler sahneler harika. Film akıcı ve birbirinden kopuk sahneler içermiyor. Amerika'da Beş Minare'yi izleddiğimde en büyük şikayetim buydu çünkü. Sahnelerin sürekli atlaması ve kopuk kopuk olması. Ama Av Mevsimi bu anlamda bütünlüğü ve akıcılığı yakalamış.  Fakat filmin sonuna gelip olayı anladığınızda hadi yaa daha yaratıcı olunabilirdi diyor insan. En azından ben ve eşim öyle dedik.

Fakat izlenmeye değer bir filmdi. Gecenin o saatinde bile offf niye geldik bu filme dedirtmedi bize. Uykusuz kaldığımıza değdi..

Yarın izemek için bir DVD filmi edindim. Fransız yapımı bir film " Yuva"..

İzledikten sonra yorumlarımı paylaşacağım nacizane..

İyi bir cumartesi akşamı dilerim

16 Aralık 2010 Perşembe

ÇOCUKLAR OYUNLA BÜYÜR

your fobi is my hobi'nin bloğunda gördüm, ordan yetenek-sizin bloğuna atladım ve haklı isyanına şahit oldum bir yardımseverin.Yolculuğum atölyekedi'nin bloğunda son buldu.

Oynamak istiyor çocuklar, oynayarak öğrenmek ve büyümek istiyorlar. Ama oyuncakları yok ki. Aslında onlar oyuncaklarının olmadığının bile farkında değiller belki çünkü çok fazla oyuncak çeşidi bile görmediler ki!

Öğretmenleri biliyor ama diğer çocukların nelerle oynayabildiğini ve kendi öğrencilerinin nelerden mahrum kaldığını. Bir yardım çağrısında bulunuyor. Ben eminim ki bu çağrı karşılıksız , çocuklar da oyuncaksız kalmayacak.

Çocuklarınızın artık oynamadığı, kıyıda köşede duran kullanılabilecek gibi oyuncakları bir koli yapıp PTT kargo ile aşağıdaki adrese göndermeniz uzaklarda sizin çocuklarınızla aynı şansa sahip olmayan çocukların hayatında bir mutluluk yaratmanıza vesile olacak. Hem de gelişimlerine katkıda bulunacak. Belki çocuklarınız ile birlikte oyuncaklarını ayırıp ona paylaşmayı ve bunun verdiği mutluluğu öğretebilirsiniz.

Belki kolilerin içine artık çocuklarınıza okumadığınız masal kitaplarını, faaliyet kitaplarını, kışlık çorap, bere eldiven de koyabilirsiniz. Paylaşmanın sınırı yok. İçinizden ne koparsa, gönlünüzden ne gelir , gücünüz neye yeterse. Belki gönderdiğiniz tek bir oyuncak bile minicik bir çocuğun kocaman kocaman gülümsemesine yol açacak..

Kargolarınızı mutlaka PTT ile gönderiniz, çünkü Ptt ile görüşüp köye kadar kargoları haftanın 1 günü biriktirip getirmelerini rica ettik.Saolsunlar seve seve kabul ettiler. Diğer firmalarla gönderirseniz ulaşmayabilir çünkü köye kargo gelmiyor.

Adres
Evren Yılmaz

Yıprak İlköğretim Okulu - Anasınıfı
Afyon/ Dinar

14 Aralık 2010 Salı

KOKULARIN KİMLİĞİ

Bilir misiniz? Her kokunun bir kimliği vardır. Her olayın ise bir kokusu. Herkesin bir koku hafızası vardır beyninde. Bir koku duyulurduyulmaz olayını da beraberinde hatırlatır sahibine.

Örneğin blendax kokusu bana yazın yaptığım tatillleri ve denizi hatırlatır. Ne zaman duysam blendax'ın kokusunu bastığım toprak sıcacık kumlara dönüşüverir hemen. Kahve kokusu duyduğumda abimin evinin mutfağında bulurum kendimi, sabahları kızarmış ekmek ve çay kokusu babamın hazırladığı kahvaltının adıdır.

Sigara kokusu ofisimi anımsatır bana, arapsabunu anneannemin tahta merdivenli evidir hep, elmalı kurabiyenin kokusu teyzem oluverir birden gözümde, kolonyanın keskinliği değdimi burnuma beyaz ve soğuk bir hastane odasında yatıyor olurum.

Kerevizin aromasını hissetti mi burnum kayınvalidem gelir hemen yanıma, naftalin kokusu can dostumun annesidir ve hiçbir yıkanmış çamaşır asla anneminkiler gibi güzel kokmaz...

13 Aralık 2010 Pazartesi

YER MİNDERİNİN DAYANILMAZ RAHATLIĞI

Tam olarak evim böyle olmasa da , şöminem ya da sobam olmasa da, sıcacık kaloriferimin yanındaki yumuşacık yer minderimi, üzerindeki el örgüsü battaniyemi, yerde duran kitaplarımı sabah çıkarken bıraktığım yerde bulmak istiyorum.

Çalışan kadın olmak evde bıraktığın şeyi bıraktığın yerde bulamamak da demek bazen. Birilerinin gözüne batar, orda durmamasını takdir eder, toz tuttuğunu düşünür. Akıl bu , zihnin sınırı yok. Sen eşyalarla köşe kapmaca oynarsın., evdekiler de senle. Çocuklarımın geleceği için yaaa sabır dersin , önemsemezsin.

Çocuklarının emin ellerde olması, senin yer minderinden raftaki tuzluğundan  daha önemli değildir tabiki. Arada cinnet eşiğine gelirsin ılık bir duş iyi gelir. O da nee.. Bornozun da yeri değişmiş!

Bakalım benim minderim bıraktığım yerde duruyor mu?? :)

Resim : İnternetten alınma

PAZARTESİ, EKMEKÜSTÜ VE OTLAR

Ödüllendirdim kendimi bu sabah. Ne için mi ? Hiç bir nedeni yok.
Komşu Fırın'ın süper lezzetli Ekmek Üstü'nden aldım Akdeniz usulü. Yanına bir de demli çay , haftaya güzel bir başlangıç oldu vesselam.

İş yok güç yok, boş boş oturuyoruz ofiste. Film izleyeceğim, bugünkü iş planım bu :)

Yeni haftaya Pınar Hanım'dan otlarımı sipariş ederek başlamak günümü ayrı bir şenlendirecek eminim.
Isırgan, ebegümeci, kuzukulağı. Evde Kastamonu'dan gelen Ispıtımız da var. Yumurtalı, soğanlı, domatesli bol sarmısaklı kavurmalı, mantarlı.. Çeşit çeşit ot pişer bizim evde. Kızımın arkadaşları önce yadırgarlardı ebegümecili yumurta yedim diyince bizim büyük melek. Şimdi hepsi alıştı, özellikle gelip bana şunu yapsana  bozbek teyze diyen bile var.

Geçen gün bitkisel tedavi ile uğraşan bir doktor ile yapılan ropörtajı izledim televizyonda. Koskoca programda en aklımda kalan doktorun Avrupa'da yetişen gençler ile ilgili söylediği şeydi.

Avrupa'da lise dengi bir okuldan mezun olan gençlerin hepsi mezun olduklarında en az 10 çeşit bitkinin latince ismini, hangi hastalıklara destek olarak kullanılacağını bilerek ve doğada onları tanıyarak mezun oluyormuş.

 Bitkiler, faydaları ve zararları ile ilgili seçmeli derslerin konulması gerektiğini salık veriyordu profesör. Bitkilerin bilinçsiz olarak kullanıldığında ne gibi zararlar yaratacağını da şu şözlerle açıkladı Doktor Bey.
" Her bitki zehirdir, hiçbir bitki zehir değildir"
Öğrenecek ne çok şeyimiz, gidilecek ne çok yolumuz var daha..

Sevgi ve sağlıkla..

12 Aralık 2010 Pazar

GRİ BİR PAZAR

Soğuk, yorgunluk, başağrısı ve nedensiz bir sinir hali. İşte bu pazar gününün tam tanımı bu... Tam tamına bu hislerle uyandım bu gri ve soğuk pazara.

Birazdan dışarı çıkacağım , belki buz gibi soğuk hava getirir beni kendime.

Belediye sokakta yaşayanları spor salonlarına toplamış soğuk yüzünden bir nebze iyi bir haber. Soğuk bitince hepsinin kapı dışarı edilecek olması da fazlası ile düşündürücü..

Hayat ne garip, birbirinin tm zıddı dengeler üzerinde dönüyor dünya...

Herkese mutlu pazarlar

10 Aralık 2010 Cuma

HAFTASONU İÇİN KEYİFLİ BİR YEMEK

Herkesler yemek tarifi veriyor benim neyim eksik a dostlar??

Yemek yapmayı çok severim ama haftasonları daha bir severim. İlla ya uydurduğum bir tarif, ya dünya mutfaklarından bir lezzet, ya bir Osmanlı Yemeği olur haftasonu masamızda ve muhakkak bir de balık.

Ben balığı haftasonu pişirenlerdenim. Ya cumartesi ya da pazar günü balık pişer bizim evde. Bazen hamsi kuşu, bazen fırında büyük balık. Eşim balığı çok sevmez, evdeki balık kokusundan ise hiç hazetmez. İşten gelip de balıkla uğraşmak da benim çok işime gelmiyor açıkçası.  Çocuklar balık yemeli, e öyle her hafta da balıkçıya gitmek keseye büyük zarar ziyan..Ben de her haftasonu aksatmadan balık pişirmeyi görev edindim ama balıkla ilgili pek fazla bilgim ve çok çeşitli tariflerim yoktur açıkçası.


Geçen pazar muhteşem yemekler yapabilen abimden aldım tarifi. Büyük bir hızla tuttum marketin yolunu. 3 parça somon yaklaşık 750 gr. Yarım kilogram ıspanak, biraz lor peyniri attım sepete . Marketin balık reyonundaki çalışanın " Hanımefendi balık için herhangi bir işlem istiyor musunuz, derisini alalım mı?" yardım teklifine afilli ve ukala bir "Teşekkür ederim gerek yok" dedikten sonra da evime geri döndüm. Hayır kendimi ne zannettiysem o an balık bilgini falan mı acaba?

Tarif usulünce soğanı rendeledim. Suyunu sıktım. Zeytinyağı ile karıştırdım, biraz karabiber , biraz kekik. Hooop somonlar içine..En az 3-4 saat marine etmelisin demişti bilirkişi. Ama bu bilirkişi Somon'un pulları olduğunu onları temizletmem gerektiğini söylemeyi unutmuş. Aldım elime bir bıçak, balık yağlı ve kaygan derisi sert. Ben bi ucundan tutuyorum balık öteki tarafa kayıyor. Uzunca süren bir uğraştan sonra Somonlar derilerinden ayrıldı. Yeniden marine edildi ve lezzetlenmesi için üstü kapatılarak dolaba kaldırıldı.
Ispanaklar yıkandı, ayıklandı, ince ince doğranıp suya bırakıldı.

Bu esnada bir film seyrettim, çocuklarla oynadım, güzel bir Türk Kahvesi içtim, birkaç sayfa kitap okudum hatta ütü bile yaptım. Arada ıspanakların suyunu değiştirmeyi de ihmal etmedim. Yavaş yavaş acıkmaya başlayınca başladım somonlarımın geri kalan malzemesini hazırlamaya.

Büyük bir baş soğanı küp küp doğradıktan sonra 1 yemek kaşığı zeytinyağında soteledim.. Bolca kıyılmış sarımsak soğanın yanıbaşında yerini buldu hemen. Ardından jülyen kesilmiş kırmızı biberler çıktı sahneye, yanında ıspanağa yer ayırdı ve ıspanaklar da hoop tavaya. Biraz tuz, biraz tane karabiber bir güzel hepbirlikte kavruldular. En son lor peyniri katıldı aralarına , sonunda sosumuz hazırrr!

Balıklarımı tepsiye güzelce dizdim.Üstlerine hazırladığım ıspanaklı sosdan bolca koydum. Ve 250 derece fırında 40 dakika pişirdim.

Yanına haşlanmış sebze , rokalı salata ve patates kavurması hazırladım. Biz 3 büyük 2 çocuktuk sofrada. Ve bu miktar ( 750 gr somon) bize fazlası ile yetti ve yanındaki garinitürler ile birlikte doyurdu.

Ucuz ( bu yemek için yaklaşık 30 TL harcadım ki besin değeri ve dışarıda yense ödenecek ücret düşünüldüğünde gayet makul), besleyici, doyurucu, sunumu güzel ve havalı :) Daha ne olsun !

Resim mi ? İnternetten alınma . Özene bözene hazırladığım tabağın fotoğrafını çektim ama makinanın bilgisayar bağlantı kablosunu bulamıyorum günlerdir. İnternette ıspanaklı somon diye aradığım görsellerin de hiçbiri benim yaptığıma benzemiyor. Ben de sadece ıspanak ve kırmızı biber resmi koydum o yüzden. Bir bağlantı kablosu satın alacağım bu hafta sonu ve çektiğim resmi yayınlamayı ihma letmeyeceğim kesinlikle.

Afiyet olsun ve iyi hafta sonları..:)

8 Aralık 2010 Çarşamba

ÖLÜM VE DÜĞÜN

Bu ay hüzünün ayı.. Bu ay vuslatın ayı.. Bu ay Muharrem Ayı.. Bir tarafta Kerbela Şehitleri diğer tarafta Şeb-i Aruz.

Bir tarafta hüzün, yas öbür tarafta düğün..

Kazan kazan kaynayan aşurelerde ekşi, tuzlu, tatlı hepsi bir arada. Sevgilinin gül yanağından gayrı , hayattaki acı tatlı herşeyi paylaşmak adına.


" Ölüm günüm, düğün günümdür" diyen Hz.Mevlana'nın sevgilisine kavuştuğu Şeb-i Aruz Günü'nde dönülen semalar, göklere açılan eller bir avuç sevgi, bir parça hoşgörü için.

Bir eli semada ,öbür eli toprakta, haktan alıp halka dağıtanların, canını kendinden alıp diğerlerine katanların, bir parça hayır için gece gündüz koşanların ayı bu ay...

Hani hep bir ateş bekler gönül, hep bir kıvılcım. Bu ay ateşin ayı. Ölüm, düğün, yas, dua, paylaşım, sevgi, hoşgörü..Bir ayda bir hayat var...Ve bir hayat bir ay gibi geçiyor sanki...

6 Aralık 2010 Pazartesi

KAHVE, GECE VE PENCERELER

Sessiz ve derinden bittiğini hissettirmeden bir haftasonu daha geçti. Ben her sabah işe gitmeden önce ailesiyle birlikte kahvaltı yapabilen nadir şanslılardanım ama yine de kahvaltı keyfinin dakikalar ile sınırlı olması sinir bozucu olabiliyor bazen. O yüzden seviyorum haftasonu dakikalar ile sınırlı olmayan telaşsız ve sıcak kahvaltıları, rahat rahat içilen o demli çayları.

Cumartesi günü kahvaltı sonrası Pınar Kido Çocuk Tiyatrosuna gittik kızlarlar birlikte. Sevdiğim bir arkadaşım ve çocukları da bize katılınca oldukça keyifli oldu. Her Cumartesi- Pazar günü Mecidiyeköy Profilo Alışveriş Merkezi'nde " Nasreddin, İnadın Sonu" adlı oyun saat 11.15'te çocuklara ücretsiz olarak sergileniyor.

Güneşin ve sıcağın son nimetlerinden faydalanalım, çocukların kemikleri güneşe doysun diye dışarda dolandık gezindik uzunca bir süre tiyatro bitimi. İyi de geldi. Benim sergi gezme sevdam haftaya kaldı ama olsun değdi açıkçası.

Cumartesi gecesi bir alışveriş merkezinin en üst katında kahve içip etrafı seyrederken ne kadar taş üstüne taş bir şehirde yaşadığımızın bir kez daha farkına vardım. Milyonlarca küçük pencere ve karanlığı birbirlerinden farklı aydınlatışları. 20-30 katlı binalar, hepsinin tepesinde uçaklar çarpmasın diye yanıp sönen ışıklar. Binlerce araba, on milyonlarca insan. Hepsinin farklı bir hikayesi ,hepsinin hayattan farklı bir isteği var.

"Ne tuhaf dimi?" dedim aslankrala. "Şu her birinden farklı bir ışık süzülen pencerelerin içinde kimbilir ne ayrı hayatlar gizli" Mesela şu sarı ışıklı ev.. Kimbilir neyi kutluyorlar bu gece?  Hemen çaprazındaki florasan ışığını karanlığa katan pencere". Belki de bir cenaze var evlerinde.. Bir diğerindeki kadın kimbilir ne için ağlıyor, ötekinde genç adam nişanlısına evlenme teklif ediyor bir kadeh şarap eşliğinde...
Ve biz.. Burda bu konuşmayı yaparken belki de dünyanın bir yerinde insanların hayatları geri dönülemez bir biçimde değişiyor. Belki bir sel alıp götürüyor evleri, açlıktan ölüyor bir çocuk, hayallerindeki arabaya kavuşuyor nihayet yaşlı bir adam, el ele parkta yürüyüş yapıyor birbirlerine deli gibi aşık bir çift.
Her yerde hayat bir şekilde devam ediyor, birbirinin aynı ve birbirinden bağımsız."

Evimize dönerken kitapçının camında Elif Şafak'ın yeni kitabı ilişti gözüme. " Firarperest" Aklım, duygularım o kadar firardaydıki kahve, gece ve pencereler yüzünden hemen aldım kitabı.

Eve gittiğimizde kızlar uyumamış beni bekliyorlardı. Her akşamki uyuma ritüelleri gerçekleştirildikten sonra kitabımla birlikte yatağımda aldım soluğu...

Köşe yazılarını kitap haline getirmiş Elif Şafak. Kendi iç dünyasına hergün yaptığı yolculuklarının bir araya toplamış ve  paylaşmış bizlerle. Herkesin kendi içsesinden birşeyler bulabileceği bir kitap.

Okurken uyumuşum.. Rüyamda Elif Şafak'la pencereler üzerine derin bir sohbete dalmıştık...

Soğuk ve yağmurlu bir pazar sabahıydı uyandığım ve bu günü güzelleştirmek için bir sürü planım vardı ...




3 Aralık 2010 Cuma

PAZAR İÇİN FİLM TAVSİYESİ

JULIE&JULIA









Farklı zaman dilimlerinde yaşamış 2 kadının mücadelesini anlatan gerçek hayat hikayelerinden yola çıkılarak çekilmiş keyifli bir film.

Yemek yapmayı ve blog yazmayı seviyorsanız bu iki kadının azmi size ilham verecek..

GEÇEN HAFTA - BU HAFTA

Geçen hafta bugün hayatımla ilgili yeni kararlar almıştım. Bu bir hafta içinde neler yaptım bir bakalım?

Beslenme düzenimi değiştirme kararımı her ne kadar tam olarak uygulayamasam ve pazartesi günü bozduğum düzene salı günü yine başlamış olsam da , o günden beri gayet keyifli sağlıklı ve hafif gidiyor besleme günlüklerim.

Ertelediğim kitaplara başladım hatta 2 kitap birden okuyorum.

Geçen haftasonu bir köşeye ayırdığım filmlerim vardı izledim. Bu hafta sonu yine bir sinema saati yapacağım umarım.

Arkadaşlarıma daha çok vakit ayırdım bu hafta. Ev işi , temizlik düzen çok da takmıyorum bundan böyle. İşten geldiğimde bir odadan diğerine koşturan, bir taraftan evi toplarken diğer taraftan sofra hazırlamaya çalışan bir bozbek yok artık.

Haftasonu başladığım Osmanlıca derslerim gayet başarılı ve keyifli ilerliyor.

Bu cumartesi kızlarımı tiyatroya götüreceğim ama bu sefer tiyatro sonrası onları eve bırakıp öğleden sonra da kendim için birşeyler yapacağım. Taksim'de gezmek istediğim bir sergi var ona gideceğim..Belki de dönüşte küçük bir kaçamak Kızılkayalar'dan 1 hamburger :)

Yemek yapmak en sevdiğim uğraş. Ama iş + çocuklar + dersler derken yavaş yavaş bir mecburiyet ve eziyet halini almıştı. Bu pazar farklı dünya mutfaklarını deneyeceğim ( Tabiki sağlıklı beslenme kurallarım dahilinde)

Kocamla başbaşa bir akşam yemeği hiç de fena olmaz. Hatta belki de bu akşam..Şöyle denize karşı..
Maria'nın Bahçesi'nde enfes mezeler ve balık... Ama düşündüm de Cuma trafiği Küçükyalı'ya gitmek bir hayli sinir bozucu olabilir. Biz de ne yaparızz akşam yemeğinden sonra , Tophane 'de kahve keyfi..

Tüm bunları yapıyorum ama hali sinirlilik, huysuzluk ve gerginlik halim az da olsa devam ediyor. Bazen yakalıyorum kendimi mutsuz ve isteksiz bir şekilde.. Ama yavaş yavaş geçecek biliyorum.

Herkese şimdiden iyi hafta sonları..

2 Aralık 2010 Perşembe

DUMANSIZ HAVA SAHASI, SİGARA YANIKSIZ MONT VE KÜLSÜZ SAÇLAR


Dumansız hava sahası, sigara yanıksız mont ve külsüz saçlar...

Hani bir kişinin bile sığamayacağı kaldırımlarda gayet samimi şeklide yürümeye çalışıyoruz ya da toplu taşıma araçlarında gayet toplu üstüste taşındıktan sonra bir yudum nefes alabilmek için bazen ineceğimiz durakta bazen de o kadar bile sabredemeyip önceden atıyoruz ya kendimizi..

E sen de yakıyorsun bir sigara. O daracık kaldırımda ya da mahşer yeri gibi otobüslerden trenlerden iner inmez. Püfür püfür esen rüzgar bu sefer oyun oynuyor bana. Sigaranın dumanı hooop yüzüme tabi bu sadece ilk aşama. Sonra bir kıvılcım sinirime inat , yepyeni aldığım montuma yapışıyor. Küçük belki de kimsenin göremeyeceği ama benim her baktığımda bana kara delik gibi gelen bir delik oluşuyor montumda. Sonra daha kuvvetli bir rüzgar. O sırada sen hızlıca bir nefes çekiyorsun sigarandan , ben de temiz olduğuna inanmak istediğim havadan. Bir kuvvetli rüzgar daha. Dağılıyor küller, saçılıyor etrafa. Kimi daha sabah fönlettiğim saçlarımın arasında , hatta bazıları gözüme kaçtı bile. Gözüm yaşarıyor, rimelim aktı.

Senin arkandan kaçıp kurtulmaya çalışıyorum. Ama o kadar çoksunuz ki. Birinizden kurtuluyor bir diğerinizin arkasına takılmak zorunda kalıyorum.

Senin sokakta etrafını dikkate almadan  içeceğin bir sigara; bana bir monta, bir fön parasına, açıyan bir göze ve sabah sabah yüzüme yapışan duman yüzünden bulanan bir mideye maloluyor.

Bunu yazan kim mi?
10 seneden fazla sigara içmiş, 2 sene önce bırakmış biri..

Sigara içerken böyle demiyordum ama değil mi???
Yoo diyordum.Sigara içerken bunun ne menem birşey olduğunun gayet farkındaydım. İçmeyenlere özenir, onları kendimden öncelikli görür, kendi zehirimle onları zehirlemeye ve rahatsız etmeye hakkım olmadığını düşünürdüm. Köşe bucak içerdim hatta. Öyle sokakta falan içtiğimi de hiç hatırlamam..

Kabul edin beyler bayanlar. Sigara alışkanlığı bir madde bağımlılığı. Bırakmak kimine zor kimine kolay.
Kimseye sigarayı bırakın demeyeceğim herkesin kendi tasarrufunda. İsteyen içer ama kabul edin ki bu bir zehir. Bari bu zehirden vazgeçmiş, ya da hiç başlamamış insanlara bir faydanız olsun, onlara saygı duyun.

İçerim kardeşim sigaramı, burası özgür bir ülke diyen mi var? Özgürlük kendinle birlikte  bir başkasını zehirlemek midir acaba?

PS: Bir de istediğiniz kadar yıkanın parfüm sürün. Kokuyor ! Ve eminim ki nasıl koktuğunuzu bilseniz hemen bırakırsınız.

fotoğraf google'dan alıntıdır..

1 Aralık 2010 Çarşamba

YILLAR MI HIZLI, BİZ Mİ YAVAŞIZ...

Bilmem size hiç olur mu? Ben dün evimden işime giderken bir anda yabancılaştım herşeye.. Yıllardır çalıştığım iş yerimden çıkmış, yıllardır yürüdüğüm yoldan yürüyerek, yıllardır oturduğum evimin sokağına gelmiştim ki benim burda ne işim var diye bir ses geldi içimden..

Sokaklar, taşlar, mahallenin bakkalı, her sabah günaydın dediğim cam güzeli komşum hepsi birden yabancılaşıverdi..

Ne zaman bitirdim o okulları, ne zaman iş buldum, ne zaman evlendim, ne zaman 2 çocuğum oldu, yıllar nasıl bu kadar hızlı geçti diye düşüne düşüne kapının önüne geldiğimde, dünyalar güzeli 2 meleğim beni camda bekliyordu. Pamuk anneciğim ise içeride..

İçeri girdim, güvenin ve sevginin kokusunu içime çektim. Kızlarıma sarıldım, annemin dizine uzandım..
Meleklerim de benim dizimin dibinde öylece bana bakıyorlar, olanlara anlam vermeye çalışıyorlar.
"Çok yoruldum" dedim. Biraz uzanayım.
"Gelin sizde yanıma"...

Ben annemin dizinde, onlar benim dizimde... Ben anneme muhtaç hala küçük bir çocuk, onlar bana muhtaç minicik bebekler...

Yıllar nasıl geçti, ben nasıl bu kadar büyüdüm, seneler frizbi hızıyla kayıp giderken yanımdan ben nerede ne ile meşguldüm ?

Seneler mi çok hızlı ilerliyor bizim ruhumuz mu yavaş büyüyor?