Hürriyet

26 Ağustos 2010 Perşembe

MUTLULUK VE DOMATES

Sen mutluluğun resmini çizebilir misin Abidin ? demiş Usta bir gün Abidin Dino'ya..
Çizer çizmez bilinmez. Ama neyle mutlu olur ki insan.
Bir kuş sesi, yağmur kokusu, sağlıklı olduğunu bilmek, sevdiklerinin yanında olması, kahvaltıda üzerine zeytinyağı gezdirilmiş domates, kabussuz bir uyku, çocuğa bir sakız alabilmek, nefes alıyor olabilmek...
Ben şunu bilirim ki mutlu olmayı istemekle başlar herşey. Mutlu olmayı istersen , mutlu olacak birşeyler elbet bulursun arkadaş.

Peki mutsuz olmayı yaşam tarzı edinenler? İşte onlar dünyaya küllüm zarar ziyan. Yanlarında yamaçlarında durmamak , hemen onların olduğu ortamdan uzaklaşmak gerek. Mutsuzluk bir zehirdir çünkü, mutsuzluk bir salgın hastalık gibidir. Mutsuzluk esnemek gibi bulaşıcıdır. Negatifliğini hemen yayar ortama ve geçirir hemen beyinleri ele.

Mutsuz olmak ve mutlu olmak bir tercihtir ve tercihler iyi yapılmalıdır bu hayatta.

Eğer tercih mutsuz olmaktan yana ise zeytinyağlı domatesin kabuğu ile bile kavga edebilir duruma gelir insan.

Mutluluğu tercih edenlerden olabilmek dileği ile...

20 Ağustos 2010 Cuma

SANA NE OLDU?

Mübarek Ramazan ayı geldi. İçimde bir huzur var. Oruç tutarken de , oruçsuzken de Ramazanda bir başka huzur dolar içime. Daha bir mülayim, daha bir sinirsiz olurum, olmaya çalışırım. En azından içimde bir canavar kaçmaz oruç tutarken..Sağa sola hırlamam. Bilirim oruç tutmak her bir uzvuna, her bir hücrene ayrı ayrı hakim olmak ve terbiye etmektir. En azından bunun için çaba sarfetmektir. Var olanı düzeltmeye çalıştığım için öfke patlamalarım hep normal aylarınkinden de az olur. Durum bende böyle, eminim ki bir çok kişide de böyle.
Bir de bu madalyonun bir öteki yüzü var ki sorma ;

Ey oruç tutmayı aç kalmaktan ibaret sayan din kardeşlerim. Yemiyorsun, içmiyorsun Allah kabul etsin. Ama dilinden küfür, gözlerinden şiddet eksik olmuyor..Hatta eskisinden daha bir asabisin aç , susuz ya da sigarasızsın diye. İçine ejderha kaçmış gibi dolaşıyorsun etrafta. Sesin yükseldi mi 9 şiddetinde deprem yaratıyor, sinirinin ateşi geçtiği yeri yakıyor, seri katil bakışı gözlerinde seni gören kaçıyor.
Oldu mu şimdi?Sana ne oldu? Oruç mu tutuyorsun, bize eziyet mi ediyorsun?

16 Ağustos 2010 Pazartesi

ÇOCUKLARA MEKTUP

Bir mektup yazayım istedim kızlarıma bu sabah.
Ya da bir iki dizelik şiir.
Neyi öğütlesem, neyi anlatsam bilemedim.
Yazılacak o kadar çok cümle, anlatılacak o kadar çok hayat vardı ki kafamda ,
Hepsini bir türlü bir araya getiremedim.
Sevin diyecek oldum herşeyi, koşun özgürce, Kuşlara yem verin, balıklarla yüzün, uçurtmayla birlikte siz de uçun,
Bırakın kanasın dizleriniz, dizi yarasız çocuk olur mu?
Küçük ellerinizde en büyük cevherler gizli,
Boşverin siz bizi, sizi asker gibi görmek istememizi.

Diyemedim...
Aziz Usta demiş benim söyleyeceklerimi
Ben de aşağıya ekleyiverdim :)


ÇOCUKLARIMA


Diyelim ıslık çalacaksın ıslık
Sen ıslık çalınca
Ne ıslık çalıyor diye şaşacak herkes
Kimse çalamamalı senin gibi güzel

Örneğin kıyıya çarpan dalgaları sayacaksın
Senden önce kimse saymamış olmalı
Senin saydığın gibi doğru ve güzel
Hem dalgaları hem saymasını severek

De ki sinek avlıyorsun sinek
En usta sinek avcısı olmalısın
Dünya sinek avcıları örgütünde yerin başta
Örgüt yoksa seninle başlamalı

Say ki hiçbir işin yok da düşünüyorsun
Düşün düşünebildiğince üç boyutlu
Amma da düşünüyor diye şaşsın dünya
Sanki senden önce düşünen hiç olmamış

Dalga mı geçiyorsun düşler mi kuruyorsun
Öyle sonsuz sınırsız düşler kur ki çocuğum
Düşlerini som somut görüp şaşsınlar
Böyle bir dalgacı daha dünyaya gelmedi desinler

Dünyada yapılmamış işler çoktur çocuğum
Derlerse ki bu işler bişeye yaramaz
De ki bütün işe yarayanlar
İşe yaramaz sanılanlardan çıkar

Aziz NESİN

13 Ağustos 2010 Cuma

AĞAÇLAR

Jaluzinin arasından kocaman kocaman binalar gözüküyor. Ve binaların arasına sıkışmış birkaç ağaç. Sıcağa ve kocaman binalara inat rüzgarla birlikte ahenkle sallıyorlar yapraklarını. Kökleri topraklarına sıkı sıkıya bağlı. Kim bilir  kaç rüzgar, kimbilir ne kadar yağmur, kim bilir ne kadar kar fırtınası gördüler de vazgeçmediler topraklarından, gevşetmediler köklerini. Kaç kez yakıcı güneş kuruttu da yemyeşil yapraklarını onlar yeniden yeşillendiler.

Meyvelerini paylaştılar, dallarını çocukların salıncaklarına açtılar. Hiç vazgeçmediler yaşamaktan, hiç vazgeçmediler var ve yararlı olmaktan.

Su buldukları yerde filizlendiler, ulu ulu gövdelerini göğe yükselttiler ve hayata hiç küsmediler.

Neşelerine hiç değmedi şiddetli rüzgar, acaba bu ağaçların bize öğretmek istedikleri birşey mi var?

12 Ağustos 2010 Perşembe

KİTAP ( LEYLA- Alexandra Cavelius)

 Bir solukta okuyup bitirdiğim, okurken yüreğimin parçalandığı, insanoğlunun içinde aslında nasıl bir canavar olduğunu bana gösteren  kitap " Leyla". Bu canavarın dilinin, dininin, ırkının ve cinsiyetinin olmadığını anlatan kitap " Leyla".

Bosnalı Leyla'nın toplama kampında geçen 2 yılını okurken savaşın korkunç yüzünü avuçlarımın arasında hissettim. Okurken gözyaşlarıma hakim olamadım, okumaya dayanamadım elimden bıraktım fakat her seferinde kitaba geri döndüm.

Leyla'nın gerçek hayat hikayesi, biz sıcacık yataklarımızda yatarken uzaklardaki bir savaşın kadınlara neler yaptığını gösterdi bana. Savaşın sadece topla tüfekle olmadığını, savaş sırasında yıkılanın sadece binalar olmadığını, savaşın bedenler ve beyinlerle  yapıldığını, ruhların yıkıldığını anlattı Leyla bana.

Savaş her an her yerde, insan ise insan denilen canavarın pençesinde....

İNZİVA

Kalabalıklar içinde bulundukça yalnızlığımı daha bir sever oldum bu aralar. Söyleyecek sözüm yok, etrafı görecek gözüm de.


Bir inziva isteği, bir içe dönüş yolculuğu diler benden ruhum.. Al kendini gel bana diye , beni benden çağıran bir ses var içimde.

Dalıp dalıp uzaklara, deniz kenarında bir ev düşlüyorum. Denizin sessiz sakin bir kenarında. Dalgaların azametinden uzak, duru bir göl-deniz evi istediğim.

Beni bana anlatan satırların içinde kaybolmak gerek , saatlerin hesabını yapmadan okumak okumak ve okumak tek dileğim. Kızlarım kumdan kaleler yaparken , bir deniz kabuğunun peşinde uzun uzun yürüyüşler yaparken hayal ediyorum kendimi.

Akşam üstü bir bardak demli çay ve bir hamak. Bütün gün okumak, okumak ve yeniden okumak. Filmlerden sahneler kazımak istiyorum hafızama..Yaşlandığımda söyleyecek sözüm, anlatacak özüm olsun diye yaşamak istiyorum tüm inziva hallerimi.

Belki bir iki dost eşlik eder bu yolculukta bana, belki sadece sokak kedileri… Belki de ; kendi gölgem sadece...

5 Ağustos 2010 Perşembe

BÜYÜDÜM

Ve büyüdüm...
Büyüyen beynimle beraber, inandığım yalanlar da büyüdü
Ve büyüdüm...
Büyüyen ağzımla beraber, söylediğim yalanlar da büyüdü
Ve büyüdüm...

4 Ağustos 2010 Çarşamba

GİTTİK GEZDİK GELDİK III ( SEDDÜLBAHİR-2)


Uzun ve mecburi bir aradan sonra Seddülbahir gezisine kaldığımız yerden devam. Bu mecburi arada ofisimizi taşıdık ve hayran kaldığım Seddülbahir'e bir gezi daha yaptık.

Seddülbahir'in Ertuğrul koyu savaş sırasında İngilizler tarafından ilk çıkartmanın yapıldığı yer. Milli parkın en uç noktası. Milli park sınırlarına dahil olduğu için çivi bile çakılmasına izin verilmiyor.Dolayısı ile doğal ve bakir hali ile kucak açıyor ziyaretçilerine. Köyde irili ufaklı pansiyonlar ve kiralık odalar var. Biz Abide manzaralı olan Köşk Pansiyonda kaldık. Oldukça temiz ve şirin biryerdi. Kişi başı kahvaltı dahil günlük 25 TL ödedik.

Güneşin Abide'nin üzerine doğmasını izlemek başka bir keyif









Pansiyonumuza yerleştikten sonra, eşyalarımızı bırakıp hemen sahile indik. Sahile inerken Savaş Malzemeleri Müzesi karşılıyor ziyaretçileri. İngiliz siperleri ilk günkü gibi. Topraktan, denizden çıkarılmış bir sürü top, tüfek, mermi, sıhhiye malzemeleri, kap kacak, konserve kutuları, savaşı anlatan yazılar sergileniyor müzede. Koyun sol tarafında Seddülbahir Kalesi, sağ tepede Şehitler Anıtı, arkada İngiliz Mezarlığı. Her yer tarih ve savaş kokuyor burada. Savaşın dehşeti, şiddeti, hüznü hala hissediliyor.

Deniz kelimelerle anlatılamayacak kadar güzel.

Seddülbahir Kalesi

Müzeyi gezisi bitiminde kendimizi Ege'nin masmavi ve tertemiz sularına attık. Bu koyda deniz başka bir temiz. Hava başka bir huzurlu.Öyle şezlong , şemsiye, lüks, konfor yok. Şemsiyeni kendin getiriyor, havlunun üzerine uzanıveriyorsun.
Saatlerce kulaç attıktan sonra altın tozu misali kumların üzerine bırakıvermek kendini dünyalara bedel.

Deniz kenarında Mocamp adlı küçük bir tesis var. Denize sıfır konaklamak isteyenler için ideal.







Seddülbahir'de Abide'nin üstünden doğan güneş, karşı taraftaki şehitliğin üstünden batıyor. Balıkçı tekneleri birer birer sahile geri dönüyor. Bizim içinde artık yavaş yavaş toplanma vakti.Pansiyonumuza geri dönüyoruz.
Akşam yemeği için Çanakkale Boğazı manzaralı balıkçıda ayırttığımız yerler bizi bekliyor.
Yemeğimiz, sohbetimiz, manzaramız keyifli. Lezzetti balıklar ve mezeler için 3 kişi ödediğimiz hesap 75 TL. Burası güzel olduğu kadar da ucuz bir yer.

Sabah  kahvaltının ardından balıkçının hemen yanında ki Konak Aile Çay Bahçesinde alıyoruz soluğu. Çay, kahve içmek isteyenlerin, okey tavla oynayanların uğrak yeri. Bembeyaz duvarları, fesleğenleri ve kılavuz kaptanları ağırlayan liman manzarası ile  ayrı bir keyif mekanı bu çaybahçesi.

Ne taraftan baksan Abide gözüküyor Seddülbahir'de. Çay bahçesinde de hoş bir abide manzarası var.









Dönüş zamanı geliyor. Bu güzel tarih ve huzur dolu köye veda etme vakti. Dönerken köydeki birbirinden güzel evleri fotoğraflamadan duramıyorum.

Burada ve buraya gelirken yol üzerinde heryer ayçiçeği tarlası. Hepsi yüzlerini güneşe dönmüş, tatlı bir rüzgar ile dans ediyorlar.

Bir sonraki gelişime kadar veda ediyorum bu güzel yöreye. Biliyorum ki bu son gelişim değil. En kısa zamanda tekrar burada olacağım, buranın huzurlu havasını tekrar soluyacağım...